Hekimliğin sanat kısmını öğrendiğim hocam Prof Dr Sedat katırcıoğlu'nun aramızdan ayrılışının 9. yıl dönümü nedeniyle, ardından kaleme aldığım yazımı tekrar hatırlamak ve hatırlatmak istedim. Allah rahmet eylesin.
Hekimlik bir sanattır denir ya, bu mesleğin sanat kısmını öğrendiğim Değerli Hocam Prof Dr Sedat Katırcıoğlu hakkın rahmetine kavuştu. Hocam Muğla’nın Ula ilçesinden idi. Babası Gökova’yı boydan boya geçen karayolunu bir tünel haline sokan okaliptus ağaçlarını diken kişiydi. İlerleyen yaşına rağmen tatilleri Ula’ya giderdi. Kız kardeşleri ile orada toplanırlardı. Bir keresinde orada ziyaret etmiştim. Gireceğim doçentlik sınavının jüri üyelerinin bazılarını arayıp referans olmuştu. Dilindeki kapalı “N“, onun bizim oraların insanı olduğunu söylerdi.
Çalışmayı çok severdi. Muayene ücretini emsallerine göre nispeten düşük tutardı, bunun iş yükünü artırmasından rahatsız olmazdı. Yaptığı gayrimenkul yatırımları yüzünü güldürdüğü için hep Allahın sevgili kulu olduğunu söylerdi. Birkaç defa en çok vergi veren hekim olmuştu. Bir de, bir erkek bir kız çocuğu olmasını aynı nedene bağlardı. Çocuklarımı sorar bir kız, bir erkek dediğimde sevinirdi.
Dürüst olmak gibi bir iddiası vardı. Kliniğe asistan alımının iki dudağının arasında olduğu bir dönemde, daha çok eş dost kabul edilir, en azından aynı fakülte mezunu tercih edilirken, sınav başarısı nedeniyle ilk defa bir Cerrahpaşa mezununu kliniğe almakla öğünürdü. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne dekanlık yaptı. O zaman ki rektör ile anlaşamadığı için istifa ederek ayrıldı. Rektör adayı oldu.
Oğlu Sami ile aynı zamanda ihtisas yaptık. Kuşkusuz oğlunun istikbali için kaygılanır ve planlama yapardı, ama ben asistanlar arasında ayrımcılık yaptığına şahit olmadım. Yeterince doçent ve profesör bulunan klinikte, Hoca koordinatör idi. Doğrudan eğitime katılmazdı. Oğlu dahil sadece bana mikroskobun asistan gözüne oturarak bizzat ameliyat yaptırmıştı. Dini hassasiyetlerim olduğunun farkındaydı. Beni takdir ettiğini söylerdi ve hatta bazen paylaştıklarımı referans olarak değerlendirdiğini hissederdim. Çevresine sevgisini belli etmeye özel önem verirdi.
Nişantaşı’nda ki muayenehanesinin kapısındaki küçük pirinç levhanın üzerinde sadece “Dr Sedat Katırcıoğlu” yazardı. Doktor büyüdükçe tabela küçülür derdi. Aylar sonrasına randevu verirdi. Sabancı, Koç, Denktaş ve Demirel başta olmak üzere pek çok ünlünün doktorluğunu yapardı. Bazen üniversitedeki odasında hasta bakarken rast gelirdim. Mesela, boğaz şikayetleri ile gelen ve kötü hastalık vehminde olan hastaları muayene ettikten sonra “Allaha şükür efendim hiçbir şeyiniz yok” dediğinde hastaların rahatlayan yüz ifadelerine çok şahit olmuşumdur. Kuşkusuz daha önce de doktora gitmiş olan bu hastalar birşey olmadığını bir otoriteden duymak isterlerdi ki, Sedat Hocam bu tanımın tam karşılığı idi. Bu sahneyi “hekimlik sanattır” tanımının karşılığı olarak görürdüm.
Sedat Hocam, her sözü kural ve emir telakki edilen bir hoca kuşağının son temsilcisi idi. Ondan Ordinaryüs Prof Dr Ekrem Behçet Tezel ve Prof Dr Sefa Karatay hocaların tavrını ve tarzını dinler, yansımalarını kendinde izlerdim. İhtisasa kabulün merkezi sınavla yapıldığı neslin ilk temsilcisi olarak bazı cüretkar tavırlarım onu şaşırtırdı. Bu yeni durumu çok çabuk kabullendi. Onun ifadesi ile bu yeni uygulama kliniği demokratikleştirmişti. Bu nedenle bir geçiş dönemi hocası da sayılabilir.
İstanbul’da yapılan ulusal ve uluslararası kongrelerde camianın ileri gelenlerini teknesinde ağırlar, boğaz turu yaptırırdı. Kuşkusuz tekne alabilecek imkana sahip çok hoca vardı, ancak Sedat Hocam paylaşmayı sevdiği için böylesi bir varlığı önemsemişti. İstanbul eski Valisi Nevzat Ayaz, Baycan sakızlarının sahibi hemşerim İsmail Özcan, Koska helvalarının sahibi Nevzat Dindar ile birlikte, bir kere de bana nasip olmuştu. Koska’nın atadan Denizlili olduğunu o gün öğrenmiştim
İlk girdiğim doçentlik sınavında başarılı olamamıştım. Paylaştığımda benden daha çok üzüldüğünü gördüm. Doçentlik sınavına çalışırken aldığım notları öğrencilere yönelik bir kitap olarak bastırdım. Kitabı da hocam Katırcıoğlu’na atfetmiştim.
Hoca Alman ekolündendi. Almanlar hekimin konumunu ifade etmek için “Beyazın içindeki yarım tanrı” tanımlamasını kullanırlar. Hekimin bir zamanlar sahip olduğu saygınlığı ben onun şahsında gördüm. Hastalar bu hekimleri şifacı olarak görür, hekimin mistik bir aurası olur, o havayı yanında taşırdı.
Cenazesinde yakamıza takılan resmin altında şöyle yazıyordu. “Üç altın anahtarın bize yadigar hocam; birincisi çalışmak, ikincisi dürüstlük, üçüncüsü sevgi.” Allah rahmet eylesin…